İlk yabancı oluşum onbir yaşımdadır.

Babam bizi de yanına almaya karar verdiğinde pek sevinmiştim. Lanet olası çift bilinmeyenlerle dolu denklemlerden, herkesin çok akıllı olduğu o sıkıcı okuldan kutulacağım için heyecanlanmıştım. İki sene olmuştu başlayalı, nasıl olduğunu anlamadan girdiğim, herkes için çok önemli, bana ise hiç bir şey ifade etmeyen sınavların ardından düşmüştüm yatakhanelerden bozma sınıflara. Gerçi geldiğim okul da koridorları yer yer sidik, yer yer toz, yer yer sarı, gri, beton  kokulu bir yerdi, matah sayılmazdı, ama bu herkesin girdim diye bayram ettiği hapishanemtrak yer hepten berbattı. Zira çirkinliğinin üstüne bir de zordu. Neden olduğunu anlamadığım bir ısrarla hep yabancı dil öğreniyorduk. Bu bedbahtlığımın içinde Cezayir denen yere gitme fikri bana çölde vaha esintisi getirmişti.

Ama annemle kardeşimin çıkardığı yaygaradan pek de sevindiğimi belli edememiştim. Kafası karışık kardeşim “Bana neeeyyyy… Ben cezaevine gitmeeeemm!” diye yaygara koparırken, annemin sergilediği  tepki,  cezaevinden de beter bir yere gidiyoruz hissi uyandırmıştı bende. Alenen yasa girmişti kadın. Onbir yaşındaki ben, ne bilecektim kırkında ilk kez gidiyor olma paniğini… Babam da habire annemi her şeyin daha güzel olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Denizkenarında evler, güzel arabalar konuşulmaya başlanmıştı evde. Benimse iştahım kabardıkça kabarıyordu. Ve biz bu ayrı tellerden çalan ruh hallerimizle bindik uzaklara  giden ilk uçağımıza.

Bu gidiş, siftahımdır yabancılıkta…

Gitmelere dair ilk dersimi uçaktan iner inmez almıştım:

Hayallere gider insan. Gerçeklere toslar…

Ne denizkenarında evler, ne güzel arabalar… Annemin alışması bizden daha uzun sürdü. Yabancılığını attıkça sevdi. Alıştı diyoruz biz buna. Ama alışana kadar çok ağladı.

İlk gidişin genç yaşta yaşanması şanstır. Zira her şey gençliğin, çocukluğun eğlencelerine, umarsızlığına, karışır,  hafifler. Artçılar fazla koymaz insana, kolay tutunur insan yeni yerine, eskiyi daha hızlı bırakır. Gençlik tutar elinden her tırstığında…Küçükken gidenlerin hep daha şanslı olduğuna inanırım. Hiç gitmeyenlerin ise değişikliklerle hep daha zor başettiğine…

Her şeyin ilki gibi, bu bir yerde “el olma” halinin de ilki en etkileyicisidir, en kalıcısıdır. İlkinin her şeyi kalır hafızada… Her tıkırtısı, her kokusu, her minik anı, her detayı genine işler insanın. Diğerleri sonra vız gelir,  tırıs gider. Kaşarlanırsın. Çok şey değişir diğer gidişlerde.  

Sadece ilk gece değişmez.

İlk gidişte de, sonrakilerde de…”Ne rüya göreceğim acaba?”yla yattım ben her seferinde…İlkinde de, diğerlerinde de…Sabahları rüyayla uyanmaz insan. Meçhule, boşluğa uyanır.

Işığını, güneşini, seslerini, kokularını bilmediğin bir güne aymak zordur. Pencerini açtığındaki şehir senin değildir. Başkalarının şehridir o, ve sen o başkaları hakkında hiç bir fikre, dedikoduya, konuya hakim değilsindir. Komşun, bakkalın, çakkalın, hepsinin senin gibi  insan olduğu fikrine tutunmaya çalışırsın. 

Dışarı çıktığında sokak senin değildir. Bakkal, çakkal senin değildir, kasadakiler, raftakiler, ekmeğin kokusu başkadır. İlk günler yine neyse, turist ruh halini giyersin  yabancılığını unutmak için. Turist hali güzeldir. Turistliğin kokuları güzeldir: metro kokusu, sabah kahvesi kokusu misaldir. Onları bula bula, tuta tuta dolaşırsın sokaklarda. Korur seni o kokular, yabancılık hissine yenik düşmeni engeller, ruhunu hafifletir. Ama günler geçtikçe o turist haline sığınmak zorlaşır. Ne geldiğin yerdesindir, ne vardığın yerde. Biraz geldiğin yerde, biraz vardığın yerde. Hep aralarda, hep derelerde…

Bir de akşamlar berbattır ilk başta. Ne zaman herkes evine çekilir, o “el olma” hali hortlar. Karanlığı sever o hal. Ailen yanında olsa da, sıcacık çatın, pek leziz aşın dahi olsa karanlığın içinden ışıklı pencereler çığlık çığlığa dışlar insanı: “Bizim burası… Bizim burası…” 

Bir de haftasonları kahreder. Bütün şehir bir olur, seni almaz içine sanki. Her şeyin tam olsa da, şehrin yoktur… Seninki çok uzakta bir yerdedir…

Bazıları benim misal, hangi şehir onunkisiydi, unutur.

Yabancılık üstüne düşünmeyecek çok yabancı oldum ben. Yetmişlerde yapmıştım siftahı upuzak bir ülkeye giderek. Sonra Ankara’ya döndüm seksenlerde. Onbir yaşında bıraktığın şehir, insanın onyedisinde başka şehirdir artık. On yıl sonra ise İstanbul’a tranferdim.  Yirmi yıl sonra ise Toronto çıktı piyangodan. 

Çok taşınınca insan, artık alıştım sanır… Bütün şehirler onun sanır, aidiyet duygusu kalmamıştır kendince, ya da tam tersi, her yere aittir sanır.

Ama bir sabah, bir akşam, bir haftasonu bir koku hisseder burnunun ucunda… Dünyanın herhangi bir yerinde… Ne zaman ki hangi şehrin kokusudur hatırlamaz, o zaman anlar; her şehirden bir şey kalmıştır onda. Ve aslında her yere yabancıdır…

Yorum bırak